21 Haziran 2011 Salı

"YERALTINA İNİŞ"-Mücahit Sarıkaya

Kapı açıldı. İçeride ne varsa; dolu kül tablaları, sarılmış esrar, boş-dolu bira şişeleri canlandı şaha kalkarcasına. İnsan suretlerine girerek selamladılar onu, o güzelliği. Selamlama faslı geçtikten sonra Sevgi ürkek bir ceylan gibi içeri doğru atıldı. Hızlı bir tekme ile dış dünyayla bağlantıyı kesecek olan kapıyı kapattı. Bundan sonrası dönüşü olmayan bir yol gibiydi; çünkü Sevgi için bu tavanı basık, sıvası olmayan oda yeni bir hayata gebeydi.

Saçları kıvır kıvır,  ak boynu dahil tüm vücudu bir meleği andıran, yer altındaki insan karakterini damarlarında hisseden kadın ağır adımlarla yaklaştı. Dizlerini büküp, dudaklarını Deniz’in kulağına yaklaştırarak sesini duyurabilecek bir şekilde cılız bir sesle ‘Deniz’ diye kulağına fısıldamaya başladı. Bunu kaç kere tekrarladığının farkında olmayan Sevgi, korku içerisinde etrafında dönüp dolaşan her şeye dikkat kesildi. Bu oda yıllarını verdiği, hayatın derinliklerini keşfettiği Deniz’in odası mı diye bir çelişki kumpasının içinde buldu kendini. Ona göre yerde yatan Deniz’i pek andırmıyordu ama etrafındaki her şey onu işaret ediyordu; yarım içilmiş sigaralarla ağzına kadar dolu olan kül tablaları, sevişmelerin her çeşidine tanıklık etmiş olan yerden kısmen yükseklikte bulunan tek ayağı kırık karyola.
         Nitekim zaman bir durma biçimi değildi ve Sevgi’nin ağzından dökülen her kelime Deniz’in dünyasında farklı kapılar açıyordu. Yedi kapılı kırk oda misali hangi kapının hangi odaya açılacağını, kapanan kapıların bir zamanlar hangi sahipsizin yüzüne kapandığını, hayrını şerrini bilmeyen Deniz, iki dünya arasında gidip geliyordu. Bütün bu çabalara rağmen Deniz'den herhangi bir tepki alamayan Sevgi, ani bir hareketle ayağa kalktı. Odada bir ileri bir geri gidip geldi. O sırada keman kaşlarıyla bir bütünlük oluşturan deniz mavisi gözlerine odanın sağ köşesinde bulunan gramofon takıldı. Küçük adımlarla oraya doğru yol aldı. Gramofona taşıyıcılık yapan sehpanın üstündeki, iki yüzünde helezon şeklinde oyuklar olan plakları incelemeye başladı. Pink Floyd’un The Dark Side of the Moon, The Wall ile The Eagles’in Hotel California plakları ilgisini çekti. Daha sonra Hotel California plağını eline alarak gramofona yerleştirdi. Özel olarak yapılmış gramofon iğnesi, plağın oyukları arasında dolaşırken, meydana gelen titreşimlerle ortaya çıkan sesler Sevgi’yi başka diyarlara götürdü. Birkaç dakika bu dağınıklık devam etti. Dağınıklığın içinde boğuşan Sevgi gözlerinden süzülen gözyaşlarıyla yüzüstü yerde yatan Deniz’e doğru yol aldı.

Sevgi, Deniz’in sevdiği kelimeleri kulağına tekrardan üfürdü. Bu sese yürek dayanmazdı. Melekleri bile dile getiren Tanrı'nın sesi misali. Deniz ise Sevgi’nin dolgun, kırmızı rujlu dudaklarından dökülen sesleri kulağında hissederek boylu boyunca yatmaktaydı. Bu sesi yüreğinde hissederek iki dünyayı aynı anda yaşayan Deniz; gerçek hayatın içindeki Sevgi’nin dünyasında olmayıp onu, kendi dünyasını yarattığı yerde bir yere yerleştirmişti.  Bunu yaparken hiç zorlanmadı. Çünkü kulaklarında hissettiği Sevgi’nin ince sesi onu Sırat Köprüsü'ne yaklaştırmıştı.

Bundan sonrası da bir o kadar zordu: Hangisi (Sevgi) gerçek? Odada kulağına fısıldayan mı yoksa Sırat Köprüsü'nde eli ellerinde olan mı?

Her şeye gebe bir gündü. İçinde hiçbir zaman hissetmediği duygularla uyanan Deniz "Bunun bir anlamı olmalı" diyerek Sevgi’yi merkeze yerleştirdi. O anda yüzü sarıydı ve hafif tebessümlüydü. Soluğu da sıklaşmıştı. Sırtını karyolaya verip yıpranmış, renkleri kararmış tahtalara bir süre baktı. Daha sonra karşısında Sevgi varmış gibi iki dudağının arasından şu kelimeler dökülmeye başladı:  Kimselere söylemiyorum ama sen başkasın, öyle bir aşka sundum ki kendimi, dünya gözümde değil, sadece sen, hep sen, her zaman sen. Senin vazifen bu aşkı yaşatmak, aşk yaşadıkça bu devran dönecek!
 Bunları söyledikten sonra Sevgi’den cevap bekledi. Bu bekleyiş bir süre devam ettikten sonra herhangi bir cevap gelmeyince kendi dünyasını yarattığı odasında bir ileri bir geri tur attıktan sonra yatağına bir yabancıymış gibi oturarak Nazım Hikmet’in şu dizelerini mırıldandı:

             Çiçekli badem ağaçlarını unut
             Değmez,
 
             Bu bahiste
                 Geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.
                      Islak saçlarını güneşte kurut
                           Olgun meyvelerin baygınlığıyla parıldasın
                                                              Nemli, ağır kızıltılar   
  
             Sevgilim sevgilim
                            Mevsim
                                   Sonbahar…     

Bir sonbahar günü yüreğine çöküvermişti.  Sokaklar sokakları takip ediyordu. Ve her köşe başı bir labirentti yüksek binalarıyla.

O günlerde her sokak başında duran ve her yerden geçen polisler arabalardan inip tatlı aramalar yaparlardı.

     “Kimlikler lütfen!” ya da “çıkarın kimlikleri!”

Arka sokaklarda tiner, bali çekenler, çocukların kıçlarında patlayan anne terlikleri ve daha birçok şey o günlerin karakteristik özellikleriydi.

Deniz, Sevgi'yle sanki çift motorlu bir uçakla gidiyormuş gibi rahattı. Bu durum pembe bulutlardan mor bulutlara geçiş gibiydi. O anda içinde bulunduğu zaman dilimini, kavramları ve tüm bilgileri bir anda unutacağı, doğanın kimyasıyla bütünleşeceği tipik bir varlık unutma seansına geçmeliyim, diye derinlerden bir ses duydu.  Bu sesten sonra Sevgi'yi bileklerinde hissetti.  Damarlarındaki kanda ise Sevgi’nin insana huzur veren yüzünü gördü. İçinde devleşen özleme karşı koyamaz bir hale gelmişti.  Bu kanı görüp özlemini gidermeliydi. Bu duygu tüm bedenini sardı. Daha sonra çocukluğundan kalma kırık dökük parçaları hatırladı. Alaycı bir tavırla başını omzuna dayayarak sessizce kendisiyle konuşmaya başladı.

-Ne diye tasa çekiyorum ki? Ne tıkanacağımı, ne içeceğimi, fani vücut denilen bu rezil solucan torbasını hangi çullara bürüyeceğimi düşünerek ne diye tasalanıyorum? Zaten gökteki Tanrı rengini topraktan alan bir serçeyi bile benden fazla düşünmemiş miydi? Bütün bu düşünceler kafasında dönüp dolaşırken düşüncelerinin açtığı her kapı Sevgi'ye açılıyordu.

Deniz için zaman pek önemli bir kavram değildi ama yaklaşık on dakika öylece hareketsizce kalakalmıştı. Birden vücuduyla yeni tanışmış bir bebek gibi eliyle kendini yokladı. Her defasında bileklerindeki damarlar ilgisini çekiyordu. Bu ilgi gittikçe yoğunlaşıp büyümüştü içinde. Kafasında dönüp dolaşan düşünceleri temize çekerek bunu dışa vurması gerektiğine karar verdi. Önce sol elini dudaklarına doğru çekerek öpmeye başladı ama damarlarına giden yolda deri tabakası bir perde gibi aralarına set çekiyordu. Bu duruma bir son vermek için odasıyla mutfak arasında uzayan yolda yürümeye başladı. Dağınık mutfakta çok hızlı göz hareketleriyle bu perdeyi ortadan kaldıracak olan başı olmayan ama sivri ucu vuslata kavuşturacak bıçağı buldu. Bu onu çocuklar gibi şenlendirmişti. Mutfağıyla odası arasındaki yolu tekrar alarak odasında sırtını yatağına vererek oturdu. Otuz saniyelik bir duraksamadan sonra ani bir hareketle bileklerini kesti ve akan kan Sevgi’nin gözyaşı gibi dökülmeye başladı.

  Tanrı kararını "Bu olaya bir tanık yazılmalı" diye vermişti. O anda Sevgi odaya girdi. Her zamanki gibi çıplak kollarından sıyırdığı giysiyi karyolanın sol tarafında olan iskemlenin üstüne koydu. Açık pencereden gelen Ay ışığı loşluğunda yerde yatana baktı. Gitti yanına uzandı. Yüzünü saçlarına dayadı. Bu koku hoşuna gidiyordu. Elini onun dizlerinden bükük, bacaklarının ılık gergin derisinde gezdirdi. Sevgi’nin sıcak eli Deniz'in vücudunda hiçbir kıpırdama oluşturmuyordu. Deniz’in sol bileğinden akan kan ise sıcaklığını koruyordu.

Bu bahiste,
Geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder