21 Haziran 2011 Salı

"İSTANBUL"-Gezginci Erdem

Minarelerin üzerine yatmış mavi suratlı Hintli. Alemler batıyor sırtına Ayasofya’dan Sultanahmet’e… Olması gerektiği gibi olmayan her şey sokaklardan caddelere akıyor usulca. Denize dökülen her göç, dertler biriktiriyor haliçte… Hissettirdiği ne varsa şiir bu şehrin.

Ellerim ceplerimde Sarayburnu’ndan bakarım suya. Sudan yansıyanlara dalar gözlerim. Var olan yokluklara kafayı takmışken bulurum kendimi. Arkamda Saray, onun arkasında sesler, seslerin arkasında boşluk… Önemsiz bir şişmanlığın uğuldadığı duraklarda yerinde duramayan, duramadığı için de her kıpırdanışta yalnızlığa batan, şehir insanları…

Rüzgarın esmesiyle düşlediğim gizemin ürpertisi birbirine harman olunca, yüzüme vurdu denizin gözyaşı… Denizin gözyaşıyla gözyaşımı karıştırdığımda, artık bütünleştiğimi hissettim İstanbul’la… Aşık olamadığımı anlamak kaldırımların tozu ile mümkün oldu şehrin fakir köşelerinde. Ve ben en kuytu kalabalıkların kıyısında şarap içtim kayalıklarda… Kadıköy’e kızarak baktım, hayal meyal ışıklara. Sislerin arasından seçebildiğim resim ne kadar da bana benziyordu, her kıyı içime ayna olmuş, haberim yoktu…

Yaşayabilmek için topraktan çıkan düşüncelere ezan gölgesi düştüğünde her sabah, işte o zaman anlarsınız ne kadar değersiz olduğunuzu. Evlerin sakin duruşuna sızmaya çalışan güneş; peşi sıra getirdiği tarihi ve günahları kulağınıza üfleyince, hissedersiniz ne kadar önemsiz olduğunuzu. İstanbul’a özgü bir yalnızlık isyanınıza ilişti mi sahte bir dost gibi, artık bütün anlamların anlamına boğulursunuz yatağınızda. Kalbiniz sıkışır sebepsiz ve aklınızın bulanıklığına düşer Taksim’in gereksiz, boş, saçma, gerekli, dolu ve mantıklı kalabalığının ayak vurmaları…

Ölümden söz açmamak için tutarsanız kendinizi, olmaz… Doğumdan söz açmak için de aynı şey geçerli. Başlangıç ve bitişlerin seviştiği Boğaziçi, bebek mezarıdır kaderlere…
Avuç içlerine kazık çaktığımız umuttur bu şehirde dile gelen ve çarmıha gerip yüz yıllar sonra yücelteceğimiz bir hikayedir aynı zamanda. Umut bu şehrin günah dinidir. Diri diri gömdüğümüz aşktır, kuleleri asa niyetine kullanan Musa’dır… Umut etmek bu şehirde en yasak farzdır…

Çarşılarında envai çeşit mal satılır yüz yıllardır. Okudukça gerçeğe yakınlaşan bir ruh karşılar duvarlarda beni. Kapalı Çarşı’da gördüğüm satranç tahtasının üzerindeki piyonun suretine girip göz kırpar hınzırca. Görmek o an anlamsızlaşır. Ruhların esiri olup, esnafın bağrışları arasından akarım, düşen suya özenerek İstanbul şelalesinden bilinmezliğin vahasına…

Edebiyata alet edemeyecek kadar yüce gördüğüm ne varsa, bu şehirde yok olmaya yüz tutmuş yosunlara benziyor… Paragraf başlarında hissettiğim olmazlık, sihire özgü bir yanılsama. Hayvanlara, bitkilere en önemlisi insanlara dair tasvirler art arda dizildiğinde mahalle oluyor. Mahalleler birbirlerine kenetlenince ağlamaklı yanlarıyla, nur topu gibi bir ilçe doğuyor… İşte her ilçe hayırsız evlatlar misali İstanbul’a ihanet ediyor… Surların huzur evine bırakılmış yaşlı bir şehir. İhtiyar alaylarına maruz kaldığı ışıklı bulvarlarda, artık esamesi okunmayan kral… Çıplaklığı yüzüne vurulmuş, yüce kral…

Vapurların yerine koyduğumdan beri kendimi, seviyorum maviye beyaz çizgilerle dokunmayı. Martıların özelliksiz kuşlar olması bir yana, her sabah çığlık çığlığa, yapamadığımı yapmaları cesaretlendiriyor aciz cesaretsizliğimi… Artık İstanbul’a dair ne varsa cebimde taşıyorum. Düşünmek, hissetmek ve çekirdek çitler gibi sadece vakit geçerken rutin seslerin huzuruna el daldırmak gibi bir şey… Cebimde taşıyorum kocaman bir kelime çuvalını… Acemlerden kalma bir acemilikle yazmaya çalıştığımda ise karşımda hep aynı şehrin sureti… İstanbul…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder