5 Ağustos 2011 Cuma

"Göz Kırp ve Öl" / Arif Kadir Güler

        Düşünmek insana dik durmasını sağlayan ikinci bir iskelet hediye eden ve yine her düşündüğünde düşünenin ilk iskeletine hasar veren mucizevi bir lanetti. İnsan, düşündükçe büyürdü ve büyüdükçe daha farklı düşünebileceğini de öğrenirdi.Büyüdüğünde kırık bir kolla kalkmazdı düştüğü yerden çocukluğunda olduğu gibi. Başını önüne eğmiş haysiyetinin iki omzundan sıkıca tutar kimsenin  duyamayacağı teselliler yollardı onun hassas kulaklarına. Pişmanlık iki büklüm ederdi insanı tıpkı bir karın ağrısı gibi. Ağza alınmayacak sözler yankılanırdı içinde mühürlü dilinin söyleyemediği. İnsanlığın çoktan unuttuğu pişmanlık denen duyguyu hatırlamanın kısa mutluluğunu yaşadıktan sonra beklemeye devam ederdi yüzyıllardır değişmeyen bir abide gibi olan önyargılarının başında. Büyüdükten sonra edindiği, kimseye devredemediği  miras buydu işte.

         Uyku tam onu teslim aldığı sırada duyduğu ses, keskin bir bıçağın bir yüzünün sert bir nesneye hızla indirilirken çıkardığı sesti. Bu ses uykusunu tam başlangıcında ikiye bölmüştü. Belki yaşamının başlangıcında yaşamını ikiye bölmüştü. Bugünlerde parçaladığı önyargıları yeni bir devrin başlangıcını haber verirken rüya aleminden böyle bir imge iradesi dışında seçilip gelecek olan iyi şeyleri önceden hissetmesi sağlanıyordu. Ya da ona öyle geliyordu. Umut bir sara nöbeti gibi geçerdi ve bilinçsizlik nöbeti umutla aynı etkiye sahipti. Oysa ki hiç direnmediği hastalıkları, hiç sorgulamadığı önyargıları, sadece kendisine yararı olan zehirleri vardı. Mutluluk şu ana kadar herhangi bir zamanda veya herhangi bir yerde var olmadığından ve daha sonra da var olmayacağından hastalıklarına, önyargılarına ve zehirlerine her geçen gün artan bir inanç ve sadakatle bağlanıyordu. Bakışlarının değdiği her yerde, gördüğü tiksindirici insanlık halleri yaptıklarında ne kadar haklı olduğunu gösteriyordu. Hiç kimsenin inancında samimi olmadığı gerçeğini çok önceleri fark etmiş olması tüm insanlardan daha çok inançlarına sarılmasını, onların hepsinden güçlü olmasını sağladı.


         Şiddetin şiddeti doğurduğu aslında yalandı. İnsanlar şiddetin önlenebileceğini veya yok edilebileceğini varsaydığından, doğduğu için ölebileceğini düşünerek şiddetin varlığını rasyonel hale getiriyorlardı. Oysa herkesin maruz kaldığı şiddet ezelden beri var olan aynı şiddetin farklı bir yüzüydü.

          Karanlık, ölümle beraber anılırdı her yerde. Aslında karanlık; gece yürümelerinin ve gece düşünmelerinin tecrübelerinden anlaşılacağı gibi doğurgandır. Karanlıkta doğmuş bir evrende yaşayanlar; karanlık bir batın içinde, doğabilecek olgunluğa eriştikten sonra doğmuşlardı. Ama karanlık ve unutma ikiz kadar birbirine benzeyen iki kardeşti. Unutma denilen karanlık, küçük bir çocuğun şekeri emerkenki hazzını yaşayarak emerdi; gece düşünmelerinin mahsulü olan, gözlerin ışığını çalan bilgileri.

Olmayan bir yerden esen garip bir rüzgar, olmayacak bir anıyı kattı peşine. Bir zamanlar garipsediği çehrelerin seyri uzadıkça bu garipsemenin sebepsizliğine şaşırdı. Sebepsizlik hiçliği çağrıştırdığında çehrelerin silindiği yerde anı da buharlaştı hiç hatırlanmamış gibi. Hiçliğin matemini tutmayı unutup, rüyaları,hayalleri, tarihi,  geçmişi, şimdiyi, geleceği, tüm biçimleriyle varlığı ve nihayet hiçliği silebilecek ölümün; ezeli bir şiddet, kısır bir karanlık ve hatırlama zamanının geleceği meçhul bir kendini unutuş olduğuna karar verdi. Herkesten güçlü olduğunu biliyordu ama ölüm kendisi dahil herkesi yutabilecek kadar güçlüydü. Yalnız hiç kimse düşmanı olmamalıydı ölümün. “Ölüm gibi düşmanımsın”; hiç kimse diğeri için söylememeliydi bu cümleyi. Çünkü hiç kimse ölümün düşmanı olacak kadar hayat dolu değildi. Her an herkesin gözünün içine bakan ölümle anlaşmanın imkanı yoktu. Biliyordu ki gözünü gözünden ayırmayacaktı. Ölmeden önce ölüme bir tebessüm gönderip, son bir göz kırpıp, ölüme gözlerini kapayacaktı. Bu birbirini korkutma oyununu o bitirecekti.


Parmenides şu düşünceyi savunmuştu: Gerçek tektir ve değişmez. Çokluk, değişim ve hareket, aslında yokturlar ve duyularımızın bizi kandırmasından kaynaklanırlar. Öğrencisi Zenon hocasının haklılığını kanıtlamak için dört paradoks geliştirmişti. Bunlardan biri “İkiye bölme paradoksu”ydu. Zenon bu paradoksta bir noktadan başka bir noktaya gidilemeyeceğini bu yüzden de hareketin olmadığını söylüyordu. Paradoks şöyleydi: “Diyelim Aşil A noktasında ve B noktasına gidecek. Aşil A’dan B’ye gitmek için önce yolun yarısına gitmeli. Yolun yarısına gittikten sonra kalan yolun yarısına gitmeli. Daha sonra kalan yolun yarısına… Bu böylecene sonsuza değin sürer. Diyelim A’yla B arasındaki uzaklık 1 metre. Aşil önce 1/2 metre gitmeli. Gittiğini varsayalım. Geriye 1/2 metre kalır. Şimdi Aşil kalan bu 1/2 metrenin yarısına gitmeli, yani 1/4 metre daha gitmeli. Geriye 1/4 metre daha kalır. Aşil bu kalan 1/4 metrenin yarısına gitmeli, yani 1/8 metre daha gitmeli… Daha sonra 1/16 metre daha gitmeli…Aşil sonsuz iş yapamayacağından B noktasına varamaz…

Sonsuz sanılan “an”ları tek tek öldürerek ölüme varılabileceğini zannedenler vardı tıpkı Zenon’un paradoksunda olduğu gibi. Parmenides haklıysa başlangıçta ölü olan bizler ölümden bir adım dahi uzağa gidemiyorduk. Oysa ölüm tek nefeslik bir mesafedeydi ve o nefes bir ömre genişleyebilirdi. Ölüm korkusunun yüreklerine  hiç düşmediği ve hiçbir zamanda düşemeyeceği hatta ölümün ne olduğunu anlayamadan ölü doğanların en büyük şansı; ölü doğan anları biriktiren bu insanlarla hiç tanışmayacak olmalarıydı. Bir ömür kadar uzatılabilecek tek nefesten sonra gelecek ölüm,  balistik açıdan 45 cm’den daha az mesafeden atılan silah atışları için kullanılan ifadesiyle yakın atış mesafesi kadar yakınlaştırılabilirdi. Çünkü bazıları ya oyun oynamaktan hoşlanmazlar ya da oyunun sonunu görecek sabrı gösteremezlerdi. Bunlar iflah olmaz oyun bozanlardı. Bazıları oynadıkları oyunun estetik olmasını isterlerdi. Patlamak üzere olan lambanın patlamadan önce o son göz alıcı ışımasında olduğu gibi ölüm anında etrafındaki tüm gözlerin üstünde olmasını fırsat bilerek,oyunun en önemli cümlesini söyleyerek terk ederlerdi sahneyi. Bu arada varlığa son bir Sadri Alışık selamı gönderilirdi; hani şöyle elin alnın yarısından sarktığı.

De Moivre hayatının son birkaç ayında her gece on beş dakika fazladan uyuduğunu fark etmişti. O bir determinist olduğu için bu veriyi doğal sonucuna kadar hesapladı. Eğer uykusu her gece on beş dakika uzarsa, o zaman 24 saat uyuyacağı gece ölecekti. Bu günü de 27 Kasım 1754 olarak belirledi.O gün De Moivre hesapladığı gibi öldü.

De Moivre gibi bir determinist değildi ve öleceği tarihi bilmek istemiyordu, yakın atış yapabileceği bir silahla ölümünü yaklaştırma niyetinde hiç değildi ama hayatı estetikleştirmenin yaşanan savaşlara rağmen mümkün olmadığını  da biliyordu. Ölü doğan anları biriktirmiyordu ama o an için çok sade bir şey tasarlamıştı.Tasarladığı şey gerçekten çok basitti: Bir tebessüm gönder, göz kırp ve ölüme  gözlerini kapa. Bu oyunu sen bitir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder